Yukarıdayım
ben, aşağıdayım da aynı zamanda, bakışlarım üzerimde, yere uzanmışım,
gözlerim yumulu, kulağım emip duran bataklığa yapışık, aynı
düşüncedeyiz, hepimiz aynı düşüncedeyiz, eskiden de öyleydi, hep
öyleydi, seviyoruz birbirimizi, acıyoruz birbirimize, ama bir de şu var,
hiçbir şey gelmiyor elimizden birbirimiz için.
…
Evet, gece olacak, sis dağılacak, tüm dalgınlığıma karşın tanıyorum sisimi,
rüzgâr sakinleşecek ve gece göğü bana yolumda bir kez daha kılavuzluk
eden Büyük ve Küçük Ayı Takımyıldızı da içinde olmak üzere tüm
ışıklarıyla açılacak dağın üzerinde, hadi bekleyelim geceyi. Her şey
karışıyor birbirine, zamanlar, zaman kipleri karışıyor birbirine,
başlangıçta burada bulunuyordum yalnızca, şu anda hâlâ buradayım,
birazdan artık bulunmayacağım burada, yamacın ya da korunun sınırındaki
eğreltiotlarının arasında ter döküyor olacağım, karaçamlar, anlamaya
çalışmıyorum, bir daha asla anlamaya çalışmayacâğım, böyle diyor insan,
şimdilik buradayım, hep buradaydım, hep burada olacağım, artık
korkmuyorum büyük sözcüklerden, büyük değil onlar.
Gelişimi
anımsamıyorum, asla gidemeyeceğim buradan, bana eşlik eden küçük
topluluğum, gözlerim yumulu ve yanağıma değen kara toprağın nemini ve
katılığını duyumsuyorum, şapkam düştü, uzağa düşmedi ya da rüzgâr
sürükledi onu uzağa, boynuma bağlamıştım onu. Bazen deniz, bazen
dağlardı, çoğu kez de ormandı, kentti, ovaydı da, evet ovalarda da düşüp
kalktım, dört bir yanda açlığın, yaşlılığın eline, ölüme bıraktım
kendimi, cinayete kurban gittim, boğuldum, sonra hiç nedensiz can
sıkıntısından öldüm, son soluğumu verirken sanki yeni bir yaşam yeşerdi
içimde, canlandım, sonra odalarda doğal ölümlerle yüz yüze geldim,
yatağıma uzanıp, ev içi tanrılarının gazabına uğradım, hep aynı
öykülerin, aynı sözlerin, aynı soruların, aynı bilgisizliğin
sınırlarındaydım, beddua dökülmedi dudaklarımdan, o kadar da aptal
değildim, ya da çıktı da anımsamıyorum bunu.
Samuel Beckett, Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler, Ayrıntı Yay. 1999
22 Şubat 2014 Cumartesi
19 Şubat 2014 Çarşamba
Deli // Halil Cibran
“Tanrıların doğumundan oldukça
önceydi. Derin bir uykudan uyandığımda maskelerimin, benim şekil verip yedi
yıldan beri taşımakta olduğum yedi maskenin çalınmış olduğunu gördüm…
Kutsa! Beni maskelerimden sıyırmış olan hırsızları bile kutsa Tanrım.”
Kutsa! Beni maskelerimden sıyırmış olan hırsızları bile kutsa Tanrım.”
Deli / Halil Cibran
13 Şubat 2014 Perşembe
Yeryüzü Ayetleri // Furuğ Ferruhzad
YERYÜZÜ AYETLERİ
O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti
Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.
Bütün solgun pencerelerde gece
Belirsiz bir düşünce gibi
Birikiyor durmadan ve taşıyordu
Ve yollar
Sonlarını karanlığa bıraktılar
Kimse aşkı düşünmez oldu.
Kimse düşünmez oldu yengiyi
Kimse
Hiçbir şey düşünmez oldu artık.
Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan,
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan.
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından.
Kötü günler geldi ve karanlık
Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü
Tanrı elçiliğinin
Kaçtılar adanmış topraklardan
Aç ve sefil peygamberler.
İnsanın kaybolmuş kuzuları
Çobanın seslenişini duymaz
oldular
Çöllerin cennetinde.
Aynaların gözlerinde sanki
Tersine yansıyordu renkler
Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler
Bir şemsiye gibi tutuşuyordu
Başlarında aşağılık soytarıların
Utanmaz yüzlerin orospuların
Tanrının o kutsal ışık çemberi
Bataklıkları alkolün
Ağulu buharlarıyla buruk
Çekti derin köşelerine
Durgun aydınlar yığınını
Kemirdi aç gözlü fareler
Altın yapraklarını kitapların
Eskimiş raflarda, dolaplarda.
Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı.
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.
Zavallı halk
Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın
Huzursuz ağırlığı altında ölü
gövdesinin
Bir yerden bir yere sürünüyordu
Ve önlenmez cinayet isteği
Durmadan büyüyordu ellerinde.
Kimi zaman ufacık bir kıvılcım
Bu cansız ve sessiz topluluğu
Ta içinden dağıtıyordu birden.
İnsanlar saldırarak birbirlerine
Biri karısının boğazını
Kör bir bıçakla kesiyordu
Bir ana birer birer çocuklarını
Tandırın ateşine atıyordu.
Boğulmuş kendi korkularında
Ürkütücü duygusu suçluluğun
Öldürdü öldürdü kör ruhlarını
Ve çocukları.
Ne zaman bir tutsak asılırken
Darağacının yağlı halatı
Korkudan kasılan gözlerini
Sıkarak dışarıya fırlatsa
Onlar dalardı içlerine
Şehvetle titreyen bir düşünceden
Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri.
Ama her zaman alanın kıyısında
Bu küçük canileri görürdün
Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar
Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.
Ola ki gene de arkasına
Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde
Yarı canlı bir küçük şey karışık,
Kalmıştır.
Güçsüz bir çırpınışla istiyordu
İnanmayı su sesinin doğruluğuna
Ola ki...
Ola ki.. ama ne sonsuz boşluk...
Güneş ölmüştü
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün
güvercinin
İnanç olduğunu...
Ah tutsağın sesi...
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi...
Furuğ FERRUHZAD (1935-1967)
Çeviri: Onat KUTLAR - Celal HOSROVŞAHİ
O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti
Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.
Bütün solgun pencerelerde gece
Belirsiz bir düşünce gibi
Birikiyor durmadan ve taşıyordu
Ve yollar
Sonlarını karanlığa bıraktılar
Kimse aşkı düşünmez oldu.
Kimse düşünmez oldu yengiyi
Kimse
Hiçbir şey düşünmez oldu artık.
Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan,
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan.
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından.
Kötü günler geldi ve karanlık
Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü
Tanrı elçiliğinin
Kaçtılar adanmış topraklardan
Aç ve sefil peygamberler.
İnsanın kaybolmuş kuzuları
Çobanın seslenişini duymaz
oldular
Çöllerin cennetinde.
Aynaların gözlerinde sanki
Tersine yansıyordu renkler
Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler
Bir şemsiye gibi tutuşuyordu
Başlarında aşağılık soytarıların
Utanmaz yüzlerin orospuların
Tanrının o kutsal ışık çemberi
Bataklıkları alkolün
Ağulu buharlarıyla buruk
Çekti derin köşelerine
Durgun aydınlar yığınını
Kemirdi aç gözlü fareler
Altın yapraklarını kitapların
Eskimiş raflarda, dolaplarda.
Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı.
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.
Zavallı halk
Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın
Huzursuz ağırlığı altında ölü
gövdesinin
Bir yerden bir yere sürünüyordu
Ve önlenmez cinayet isteği
Durmadan büyüyordu ellerinde.
Kimi zaman ufacık bir kıvılcım
Bu cansız ve sessiz topluluğu
Ta içinden dağıtıyordu birden.
İnsanlar saldırarak birbirlerine
Biri karısının boğazını
Kör bir bıçakla kesiyordu
Bir ana birer birer çocuklarını
Tandırın ateşine atıyordu.
Boğulmuş kendi korkularında
Ürkütücü duygusu suçluluğun
Öldürdü öldürdü kör ruhlarını
Ve çocukları.
Ne zaman bir tutsak asılırken
Darağacının yağlı halatı
Korkudan kasılan gözlerini
Sıkarak dışarıya fırlatsa
Onlar dalardı içlerine
Şehvetle titreyen bir düşünceden
Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri.
Ama her zaman alanın kıyısında
Bu küçük canileri görürdün
Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar
Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.
Ola ki gene de arkasına
Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde
Yarı canlı bir küçük şey karışık,
Kalmıştır.
Güçsüz bir çırpınışla istiyordu
İnanmayı su sesinin doğruluğuna
Ola ki...
Ola ki.. ama ne sonsuz boşluk...
Güneş ölmüştü
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün
güvercinin
İnanç olduğunu...
Ah tutsağın sesi...
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi...
Furuğ FERRUHZAD (1935-1967)
Çeviri: Onat KUTLAR - Celal HOSROVŞAHİ
Ölümsüzlük /// Milan Kundera
Bütün
öngörüler yanılır; bu, insana bahşedilmiş çok nadir kesin bilgilerden
biridir. Ama öngörüler gelecek hakkında yanılsa da, kendilerini dile
getirenler hakkında doğruyu söyler, onların şimdiki zamanlarını nasıl
yaşadıklarını anlamak için en iyi anahtardır." (Sayfa.13)
Milan Kundera /// Ölümsüzlük
Milan Kundera /// Ölümsüzlük
Liliyâr // Sezai Karakoç
"Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin
Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı
Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lilinin çekip gideceği besbelli
Lilinin dönüp geleceği besbelli
Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil
Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili
Lilinin güneşin altında duruşu yok mu
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu
Lilinin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı
Lilinin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu
Ben konuşmasını bilmem Lili"
- Liliyâr / Sezai Karakoç -
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin
Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı
Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lilinin çekip gideceği besbelli
Lilinin dönüp geleceği besbelli
Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil
Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili
Lilinin güneşin altında duruşu yok mu
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu
Lilinin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı
Lilinin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu
Ben konuşmasını bilmem Lili"
- Liliyâr / Sezai Karakoç -
8 Şubat 2014 Cumartesi
Çingene // Sezai Sarıoğlu
"çiçekte peşrev olmaz ne çıkarsa çingene
çingenede peşrev olmaz ne çıkarsa çiçek
aşkta peşrev olmaz ne çıkarsa çingene
çingene’de peşrev olmaz ne çıkarsa aşk..."
sezai sarıoğlu
çingenede peşrev olmaz ne çıkarsa çiçek
aşkta peşrev olmaz ne çıkarsa çingene
çingene’de peşrev olmaz ne çıkarsa aşk..."
sezai sarıoğlu
Benjamin Button // Can Yücel
Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir.
şüphesiz ki yaşamı tersten
yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu.
nasıl mı?
cami’de uyanıyorsunuz. bir tahta sandık
içersinde, herkes karşınızda saf
durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar
helal edilmiş vaziyette.
tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve
ağırbaşlı olarak. herkes
etrafınızda. büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar
torunlar hepsi hazır.
arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık
veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz. ne güzel, hazır maaş, hazır ev…
altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur
içinde yaşıyorsunuz.
sağlığınız gittikçe düzeliyor. kaslar güçleniyor,
kuvvetleniyorsunuz.
bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk
başladığınız gün size hoş geldin
hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati
veriyor patronunuz.. ve genel
müdürlük veya bunun gibi yüksek bir
makamdan tecrübeli bir insan olarak işe
başlıyorsunuz. herkes karşınızda elpençe
divan…
vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de
başlıyor. gittikçe zayıflıyor
forma giriyorsunuz. diğer hormonal aktiviteler
artıyor, fevkalade… aman ne
güzel günler başlıyor…
derken bir gün patron size artık “üniversiteye
gitsen daha iyi olur” diyor.
bu arada babanız ortaya çıkmış, “fazla çalıştın”
diyor “artık eve dön, işi
bırak, okumaya başla, harçlığın benden
olsun…” keyfe bakar mısınız?
okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor.
ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor.
(”…..”)
derken, anne ve babanız sizi götürüp getirmeye
başlıyor, araba kullanma
derdi de yok artık… günün birinde sizi okuldan
da alıyorlar, “evde otur,
keyfine bak, oyuncaklarınla oyna” diyorlar…
mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman
altınızı bile temizliyorlar, hatta
bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet
kullanmamaya başlıyorsunuz.
anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor
ve başka bir keyifli dönem
başlıyor. mama artık her yerde, her an ve en
taze şeklinde hazır.
bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama
giriyorsunuz. beslenmek için
ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan
besleniyor sıcacık yumuşacık
gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini
alıyorsunuz.
ve günün birinde (”…..”) hayatınız bitiyor….
can yücel
şüphesiz ki yaşamı tersten
yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu.
nasıl mı?
cami’de uyanıyorsunuz. bir tahta sandık
içersinde, herkes karşınızda saf
durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar
helal edilmiş vaziyette.
tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve
ağırbaşlı olarak. herkes
etrafınızda. büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar
torunlar hepsi hazır.
arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık
veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz. ne güzel, hazır maaş, hazır ev…
altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur
içinde yaşıyorsunuz.
sağlığınız gittikçe düzeliyor. kaslar güçleniyor,
kuvvetleniyorsunuz.
bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk
başladığınız gün size hoş geldin
hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati
veriyor patronunuz.. ve genel
müdürlük veya bunun gibi yüksek bir
makamdan tecrübeli bir insan olarak işe
başlıyorsunuz. herkes karşınızda elpençe
divan…
vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de
başlıyor. gittikçe zayıflıyor
forma giriyorsunuz. diğer hormonal aktiviteler
artıyor, fevkalade… aman ne
güzel günler başlıyor…
derken bir gün patron size artık “üniversiteye
gitsen daha iyi olur” diyor.
bu arada babanız ortaya çıkmış, “fazla çalıştın”
diyor “artık eve dön, işi
bırak, okumaya başla, harçlığın benden
olsun…” keyfe bakar mısınız?
okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor.
ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor.
(”…..”)
derken, anne ve babanız sizi götürüp getirmeye
başlıyor, araba kullanma
derdi de yok artık… günün birinde sizi okuldan
da alıyorlar, “evde otur,
keyfine bak, oyuncaklarınla oyna” diyorlar…
mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman
altınızı bile temizliyorlar, hatta
bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet
kullanmamaya başlıyorsunuz.
anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor
ve başka bir keyifli dönem
başlıyor. mama artık her yerde, her an ve en
taze şeklinde hazır.
bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama
giriyorsunuz. beslenmek için
ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan
besleniyor sıcacık yumuşacık
gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini
alıyorsunuz.
ve günün birinde (”…..”) hayatınız bitiyor….
can yücel
7 Şubat 2014 Cuma
Alamut Kalesi.
Çocuk
Hasan Sabbah, kumları biraraya getirerek, kumdan yeni bir kale yaptı ve
sanatçı zerafetiyle şekil verdi. Daha birkaç saniye geçmeden, kıyıya
vuran dalgalar kaleyi yıktı. Duruma dayanamayan Hasan' ın babası; "Oğlum
kaleni niye suyun içinde yapıyorsun? Suyun dışına yap ki, su gelip
yıkmasın" dedi. Hasan, "Ben kalemi buraya yapacağım. Tanrı Deniz'ini
geri çeksin'..
Alamut Kalesi.
Alamut Kalesi.
5 Şubat 2014 Çarşamba
Dünyamız Çok Sıkıcı // Tarkovski
'Sevgilim, dünyamız çok sıkıcı. Bu nedenle, telepati ya da hayaletler,
ya da uçan daireler gibi şeyler yok. Dünya kesin kanunlarla yönetiliyor,
ve dayanılmaz derecede sıkıcı. Yazık ki, o kanunlar hiç çiğnenmiyor.
Kanunları nasıl çiğneyeceklerini bilmiyorlar
....Ortaçağda yaşamak ilginçti. Her evin kendi ruhu, her kilisenin de kendi Tanrısı vardı'
Tarkovski
....Ortaçağda yaşamak ilginçti. Her evin kendi ruhu, her kilisenin de kendi Tanrısı vardı'
Tarkovski
3 Şubat 2014 Pazartesi
Yeryüzüne Dayanabilmek İçin /// Tezer Özlü
”Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum”
“Kanımca yazı yazmak coşku, hafif melankoli, taşkınlık gibi psikolojik bir semptomdur. İnsan yazarlık hastalığını –az da yazsa- sürekli olarak içinde taşır.
Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım.”
“Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır.
İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir.
Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün,
o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir.
İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır
(ya da kendi kendine kanıtlamak için).
Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar.”
Tezer Özlü
“Kanımca yazı yazmak coşku, hafif melankoli, taşkınlık gibi psikolojik bir semptomdur. İnsan yazarlık hastalığını –az da yazsa- sürekli olarak içinde taşır.
Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım.”
“Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır.
İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir.
Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün,
o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir.
İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır
(ya da kendi kendine kanıtlamak için).
Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar.”
Tezer Özlü
Yağmur /// Birhan Keskin
Çağımın aklında plastik çiçekler açıyor,
gülüyor ve seviniyorlar buna. Oysa yağmur
durmadan yağıyor. Biz bir odanın ışığını
açana dek yağacakmış.
İki kişilik bir sessizliği buluşturana dek,
bir ritmin içinde tekrar. Yağacakmış, hayatı
oluşturana dek, tekrar.
Sık sık camdan dışarı bakıyorsun, odaların dışına
kaçıyorsun, kalmak istediğin bir yerin yokmuş,
içindeki ses kaygıyla tanıştırıyormuş seni.
Yağmur: Sessizliğiniz huzursuzluğunuzun sesi
diyormuş size. Yankılanıyormuş yağmur:
Ömrün birşey anlatıyor sana, ama sen anlamıyorsun!
Yağmur durmadan yağıyormuş
Hiçbirşey rastgele değildir.
Hiçbirşey rastgele değildir.
Birhan Keskin
gülüyor ve seviniyorlar buna. Oysa yağmur
durmadan yağıyor. Biz bir odanın ışığını
açana dek yağacakmış.
İki kişilik bir sessizliği buluşturana dek,
bir ritmin içinde tekrar. Yağacakmış, hayatı
oluşturana dek, tekrar.
Sık sık camdan dışarı bakıyorsun, odaların dışına
kaçıyorsun, kalmak istediğin bir yerin yokmuş,
içindeki ses kaygıyla tanıştırıyormuş seni.
Yağmur: Sessizliğiniz huzursuzluğunuzun sesi
diyormuş size. Yankılanıyormuş yağmur:
Ömrün birşey anlatıyor sana, ama sen anlamıyorsun!
Yağmur durmadan yağıyormuş
Hiçbirşey rastgele değildir.
Hiçbirşey rastgele değildir.
Birhan Keskin
Aşkın Gözyaşları // Şems-i Tebrizi
Ben sende kendimi aramışım,
Ben bende seni kaybetmişim,
Neden daha fazlasını arayayım?
Oysa ben seninle aynıymışım.
Şems-i Tebrizi
Ben bende seni kaybetmişim,
Neden daha fazlasını arayayım?
Oysa ben seninle aynıymışım.
Şems-i Tebrizi
2 Şubat 2014 Pazar
Aynı Dili Konuşan İki Kişi Yok // Tezer Özlü
işte öylesi bir yaşam önümüzden geçip gidiyor. sen kendi duvarlarının
gerisine çekiliyorsun. o, kendi duvarlarının gerisine çekiliyor. bir
başka kentte, bir başka ülkede. herkes bir başka kentte. herkes başka
bir dili konuşuyor ya da anlamaya çalışıyor. aynı dili konuşan iki kişi yok.
her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. her söylenen
söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. karşısındakine bir
şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru
algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. bir bedenin üzerinde
dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki beden
üzerinde. doyum içinde ayrılacağını sandığın bu yaşamdan, zaman zaman
algılıyorsun ki, hiç de doyumla ayrılmayacaksın. hiç yaşanmamış gibi.
tezer özlü
tezer özlü
1 Şubat 2014 Cumartesi
Akışı Olmayan Sular /// Pınar Kür
Şişe
içinde ırmağa atılmış mektup gibiyim. Hem ırmağın içindeyim, hem ona
katkım yok. Hem diyeceğim bir şeyler var şişenin içinde kapanmış, hem
ırmağın bunlardan haberi yok ve olmayacak. Hem ırmak beni bir yerden bir
yere götürüyor, hem gittiğimiz yönü ben saptamıyorum. Hem ırmak bana
dokunmuyor, hem ben ırmağa dokunamıyorum. Birbirimize değmiyoruz...
Pınar Kür/// Akışı Olmayan Sular
Pınar Kür/// Akışı Olmayan Sular
İlk Buluşmalar // Arseni Tarkovski
İlk Buluşmalar (1962)
Birlikte olduğumuz her an
bir şölendi, newroz şenlikleri gibi,
koca dünyada bitek ikimize. Sen
pervasız ve hafiftin kuş kanadından bile,
bir rüzgar gibi inerdin merdivenlerden
ikişer ikişer aşıp basamakları, bir çırpıda
nemli leylakların arasından kendi
topraklarına alırdın beni, aynanın öte yanına.
Gece olunca haz bahşedilirdi bize
açılırdı kutsal kapıları tapınağın
karanlıkta ışıldar, ağır ağır
aramıza uzanırdı çıplaklığımız.
Uyanınca varlığına şükrederdim, yine de bilirdim
minnettarlığımın karşılıksız kalacağını. Sen
uyurdun ve o göksel mavilikleriyle
okşayabilmek için kirpiklerini, masadan üzerine eğilirdi leylaklar,
o mavilikle okşanan kirpiklerin
dingin olurlardı ve ellerin hep sıcaktılar.
Nehirler çağıldardı elindeki kadehin içinde,
dağların başı dumanlanırdı,
yakamoza boğulurdu denizler,
sonra sen elinde o camdan atmosfer,
tahtında uyuyakalırdın
ve Aman Allahım!, sen yanımdaydın.
Uyanırdın ve biçim alırdın,
insanların her gün söylediği sözcüklerin,
ağızlardan taşan şen şakrak
sözlerin biçimini alırdın; ve sen kelimesi
yeni anlamına bürünürdü: artık “çar”ımdın.
Seninle tüm alem başka bir şeye dönüşürdü,
sıradan şeyler bile biçim alırdı bir anda,
her şey; testimiz, kadehler -nöbetçi
gibi dururken aramızda ve bir biçim alırdı
o durgun sıvı, katman katman lakin çetince.
Sürüklenirdik, nereye olduğunu bile bilmeden,
ve seraplar misali;
masalsı şehirler açılırdı önümüze
ayaklarımızın altına serilirdi kuzu kulakları,
kuşlar aynı rotayı izlerdi bizimle
akıntıya karşı yüzerdi balıklar nehirde
ve gökyüzü gözlerimizin önüne sererdi her şeyini.
Bunlar olurken, kader hiç bırakmazdı peşimizi,
elinde usturasını bileyen o manyak hep izlerdi bizi.
çeviri:bülentka
Birlikte olduğumuz her an
bir şölendi, newroz şenlikleri gibi,
koca dünyada bitek ikimize. Sen
pervasız ve hafiftin kuş kanadından bile,
bir rüzgar gibi inerdin merdivenlerden
ikişer ikişer aşıp basamakları, bir çırpıda
nemli leylakların arasından kendi
topraklarına alırdın beni, aynanın öte yanına.
Gece olunca haz bahşedilirdi bize
açılırdı kutsal kapıları tapınağın
karanlıkta ışıldar, ağır ağır
aramıza uzanırdı çıplaklığımız.
Uyanınca varlığına şükrederdim, yine de bilirdim
minnettarlığımın karşılıksız kalacağını. Sen
uyurdun ve o göksel mavilikleriyle
okşayabilmek için kirpiklerini, masadan üzerine eğilirdi leylaklar,
o mavilikle okşanan kirpiklerin
dingin olurlardı ve ellerin hep sıcaktılar.
Nehirler çağıldardı elindeki kadehin içinde,
dağların başı dumanlanırdı,
yakamoza boğulurdu denizler,
sonra sen elinde o camdan atmosfer,
tahtında uyuyakalırdın
ve Aman Allahım!, sen yanımdaydın.
Uyanırdın ve biçim alırdın,
insanların her gün söylediği sözcüklerin,
ağızlardan taşan şen şakrak
sözlerin biçimini alırdın; ve sen kelimesi
yeni anlamına bürünürdü: artık “çar”ımdın.
Seninle tüm alem başka bir şeye dönüşürdü,
sıradan şeyler bile biçim alırdı bir anda,
her şey; testimiz, kadehler -nöbetçi
gibi dururken aramızda ve bir biçim alırdı
o durgun sıvı, katman katman lakin çetince.
Sürüklenirdik, nereye olduğunu bile bilmeden,
ve seraplar misali;
masalsı şehirler açılırdı önümüze
ayaklarımızın altına serilirdi kuzu kulakları,
kuşlar aynı rotayı izlerdi bizimle
akıntıya karşı yüzerdi balıklar nehirde
ve gökyüzü gözlerimizin önüne sererdi her şeyini.
Bunlar olurken, kader hiç bırakmazdı peşimizi,
elinde usturasını bileyen o manyak hep izlerdi bizi.
çeviri:bülentka
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)