21 Kasım 2012 Çarşamba

Koyu Mavi Kazak // Sinem Sal


Koyu Mavi Kazak-Kuşların Kanatlarını Kopardım. 1


Başka bir dünya türüne ve ihtimaline inanmak mümkün değil artık.  Yaşadığının da bir başka gerçeklik boyutu olduğunu kabul etmen gerekiyor belki de.
Tahtaları ısırmaktan vazgeç dedi bir ses. Tahtaları ısırınca üstünde izi kalıyordu. Diş izleri… Dişlerinin arasında hafif bir aralık vardı. Kim görse bilirdi onun ısırdığını bu tahtayı. Hemen, oradaki boşluğu da ısırıp dümdüz bir çizgi yaptı tahtanın üstünde. Peşinden gelsinler istemiyordu.

Olayların ve insanların tümü yanımdan hızla geçiyordu. Hızla, fotoğraf çektiğini düşün. Sonra hepsinden bazı ayrıntıları alıp tek bir karede birleştirdiğini. Zamanla bunun senin dünyan haline geldiğini… Kendi gerçekliğini kendi ellerinle yarattığın da oluyor yani. Tam olarak böyle bir şeyi yaşadığım günlerden birinde Karşımdaki görüntüye baktım.
Temelsiz bir barınak… Öylece yerleştirmişim sanki fotoğrafın ortasına. Amaçsızca duruyor. Bir şey barındırdığı da yok üstelik, ama duruyor. Hemen yanında bir kadın yere eğilmiş. Önünde, sanırım barınağa varmaya çalışırken öldürülen, bir kedi duruyor. Eğilmiş kadın… Neden bilmiyorum. Belki de cesetten rahatsız olmuştur. Evi yakındaysa muhtemelen olmuştur zaten.  Ve tam cesedi kaldırmak için oraya geldiğinde durdurmuştum o anı…
Barınağın arkasına bakıyorum… Koyu mavi bir kazak... Yere düşmüş ve üstünde kuş pislikleri… Düşünüyorum. Bu kazağı hangi yoldan geçerken alıp buraya attım… Hatırlamıyorum. Yaklaşıyorum. Kuş pisliklerine üflüyorum. Katılaşmış.  Elbette yani. Gitmiyor. Umurumda değil, diyorum. Bu kazağın ve bana hatırlattığı şeylerin peşine düşmeye karar veriyorum o an. Kazağın içinde yumurtalar var. Dokunmuyorum.  Çünkü bu yumurtaları buraya bırakan hayvan türü de bu kazağı giyenle benzer şeyler taşıyordu, emindim bundan.  İnsan, içinde büyüttüğü her şeye sahip olur ve ona dahil olur bir süre sonra.
Orada bıraktık her şeyi. Koyu mavi kazağın içindeki yumurtaların çatlamasını beklemedim. Çünkü onun süreciydi bu. Benim değil. Sırtımda bir el hissettim. Belki oydu, belki değil. Bilmiyorum. Konuşmaya başladı. Benim boğazımdan artık düzgün bir ses çıkmıyordu. Çıkamazdı. Çünkü yeterince kullanmıştım onu.
-          Demek kim olduğumu merak ediyorsun?
-          Artık değil.
-          Neden?
-          Çünkü  bir şeyin peşine düşmeye başladığımda kayboluyorum. Yörüngemden sapıyorum.
-          O kadar önemli mi peki?
-          Ne?
-          Yörüngenden sapman diyorum. O kadar önemli mi?
-          Gitmek istemiyorum.
-          Alışıyorsun.
-          Alışmayacağım.

Görmeye çalıştığımda kayboluyor. Onu kaybediyorum. Koyu mavi kazağa dönüyorum. Yumurtalar çatlamaya başlamış.  Kanatlarını görüyorum.  Bir sürüngen gibi ilerlemeye başlıyor içinden çıkan küçük şeyler. Kanatlarının ne işe yaradığını henüz bilmiyor. Sanırım bu yüzden sürünüyor diye düşünüyorum. Kadın konuşmaya başlıyor:
“Biz bütünen yabancıyız bu toprağa. Beni buraya alıp koyan güç buranın dilini de öğretseydi ya…”
-          Ne arıyorsun? Neden eğildin?
-          Kafesteki kuşları bırakmıştım. Buraya gelmişler. Kazağın içinde yuvalamışlar bir süre. Baktım… Bekledim. Bir kedi ölüsü vardı hemen kazağın ilerisinde. Belki dedim, beslediğim kuşlar buraya gelmiştir ve sonra kendilerine saldırmaya kalkan bu kediyi bir yolunu bulup öldürmüşlerdir. Bekledim. Gelmediler.
-          Kazağın kime ait olduğunu biliyor musun peki?
-          Hayır. Bir önemi de yok zaten.
-          Belki önemlidir. Senin beslediğin kuşlar, buraya yuva yapmış. Sebebini sormadın mı kendine?
-          Sormadım. Genelde böyle sorular sormam.  Dünyaya alışmamış gibisin?
-          Nereden anladın?
-          Eh, her halinden belli. Çok soru soruyorsun.

Bir sarsıntı. Kendini alıp bir yere koyamamışlığınla orta yerde kalıyorsun.  Gizli şeyleri sevmem ben. Peşine de düşmem üstelik. Bırakırım hep, öylece. Çünkü manayı yükleyen şey nesnenin saklı durmasında değildir. Beni bıraktı.
Bıraksındı zaten.
Bırakmasaydı orada olurdum.
Ama bıraktı.
Buraya geldim.

Koşarken kafes yere düştü.  Nasıl oldu anlamadım. Doğdukları ilk gün bu kafese tıkmıştım kuşları. Ayaklarını yere bağlamıştım. Kanatlarının asıl görevini asla bilmiyorlardı. Bilmemeleri gerekiyordu ama kafesin kırılmasıyla havalandılar. Uzun zaman onları aradım. Bulmak için değil. Evinden uzakta mutlu olamayacaklarını onlara anlatmak istemiştim sadece. Bir gün kanal boyunca yürüyordum. Soğuktu. Buz tutmuştu her yer.

Yerde kanatlar gördüm. Yolunmuş gibi değil. Koparılmış gibi, isteyerek. Takip ettiğimde bir kazağın içine sığındıklarını gördüm. Bir sokak kedisi başlarında durmuştu.  İyi, dedim. Olsundu işte. Kapılsınlardı ağzına bir kedinin. Yem olsunlardı. Boka dönsünlerdi. Umurumda değildi. Arkamı döndüm ve koşmaya başladım yeniden. İçim rahattı artık.

Bir sokak kedisi vardı. Kuşların peşine düşmüş. Başına eğilmiştim, onu öldürdüm. Benim leş yiyen yanımdı o. Üstümde koyu mavi bir kazak… Çıkarıp attım.

Aşk dedim kendime, tuhaf bir şey…  İnsanın bir yanı besliyorsa, bir yanı eksiliyor demektir. Yaşatan ve öldüren birbirini dengeler. Aşk, dedim kendime… Sarsıcı bir birleşmeden başka bir şey değildir.

Kafesin kapağını açtım.


// Sinem Sal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ula sen yormazsın şimdi kendini., yor/ula.. .).)